2 Kasım 2009 Pazartesi

BÖYLE SEVDİM İŞTE...

Ben seni kocaman bir yürekle sevdim.
Gözlerim değil,
yüreğimdi seni gören.
Sen damarlarımdaki kana karışıp, geldin oturdun
yüreğime.
Bir başka yerde olamazdın zaten.

Sen, benim en değerli
yerimde,
yüreğimde olmalıydın,
orada kalmalıydın.
çok aşka ev sahipliği
yapan bu yürek,
ilk kez bu kadar
kolay kabullendi seni.
Herhangi bir konuk değildin artık.

Bu yüzden
ne
ağırlama faslı vardı, ne de uğurlama.
O yüreğin gerçek sahibiydin.

Şimdi sonbahar, kışa giriyoruz ya... Ben
dört mevsim baharı yaşadım
seninle. çiçek çiçek açtın yüreğimde. Gökkuşağı
zayıf kaldı, senin
renklerin karşısında. Taze bir yaprak gibi yeşildin.
Açelya idin
pembeliğinle. Üzerine çiğ taneleri düşmüş sarı güldün.
Kırmızıydın
bir
ateş gibi. Ve maviydin... En çok bu renkle anmayı sevdim
seni. Denize
tutkundum, denizi sensiz, seni de denizsiz düşünemedim.


Seni severken dünyayı da sevdim ben, insanları da... Kendime bile dar

gelirken, içinde herkese yer olan bir hayatın sahibiydim artık. En

kızgın,
en tahammülsüz olduğum anlarda bile, seni düşünmek yetti bana.

İçimdeki
sevinç yüzüme yansıdı, güldüm. Beni öylesine güldüren senin
sevgindi
ve
ben kaygısız, içten gülüşün ne demek olduğunu, nasıl güzel
bir şey
olduğunu anladım seninle...

Her şeye rağmen sevdim seni.
Güçlüydüm ve aşamayacağım hiçbir zorluk
yoktu. Koca bir kente, koca bir
ülkeye kafa tutabilirdim. Sen elimden
tuttuğunda, patlamaya hazır bir volkan
gibi hissederdim kendimi.
Menzil
sendin ve ben o menzile ulaşmak için
önüme çıkan her şeyi yok
edebilirdim.
Sana ulaşmamı engelleyecek her
şeyi eritirdim, kül ederdim. Sana
ulaştığımdaysa sakin bir göle dönüşürdüm.
Ve o göle bir tek sen
girebilirdin.

Sevdim ve hayrandım da... Her
halin çekti beni. Duruşunu, uyumanı,
gülmeni, kızmanı, şaşkınlığını,
saflığını, kurnazlığını, çocukluğunu,
olgunluğunu sevdim. Sesini de sevdim
suskunluğunu da.
Küçük oyunlarını, kaprislerini, sitemlerini, korkularını
sevdim. Seni
ve o
doyumsuz sevdanı, uçarı sevdanı anlatacak kelime
bulamadım çoğu
zaman.
Sığmadın cümlelere ve hiçbir cümle seni

yeterince tarif edecek kadar derin olmadı.

Seni severken yorulmadım.
çünkü sen yaşam kaynağıydın. Her gün
yenilendim.
Seninle çoğaldım,
büyüdüm. Eksik kalan neyim varsa tamamladın.
Ölmeyecektim çünkü sen
ölmezliğin ta kendisiydin.

22 Ocak 2009 Perşembe

BUDA GEÇER...

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karşılaştığı köylülere kendisine yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler dervişe kendilerinin fakir ve evlerinin de küçük olduğunu söyleyip onu Şakir diye birinin çiftliğine gönderirler. Derviş yola koyulur. Yolda rastladığı köylülerin anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir.

Derviş, Şakir’in çiftliğinde çok iyi karşılanır. Yer içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem gönlü geniş kişilerdir... Yola çıkma zamanı gelir, derviş Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin bir insan olduğun için hep şükret” der.

Şakir şöyle cevap verir:

“Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...”

Derviş yol boyunca bu söz üzerine uzun uzun düşünür.

Aradan birkaç yıl geçmiş, dervişin yolu yine aynı bölgeye düşmüştür. Şakir’i hatırlar, uğramaya karar verir. Rastladığı köylülere Şakir’i sorar.

“Haaa o Şakir mi” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir selde sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için çaresiz, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmaya başlamıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkârıdır.

Şakir bu kez dervişi son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Vedalaşırlarken derviş Şakir’e olup bitenlere çok üzüldüğünü söyler ve Şakir’den şu cevabı alır:

“Üzülme... Unutma, bu da geçer...”

***

Yedi yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Ve büyük bir şaşkınlık içerisinde olanı biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır, geniş arazileri ve binlerce sığırıyla yine yörenin en zengini olmuştur.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer...”

***

Birkaç yıl geçmiş, derviş yine Şakir’e uğramak istemiştir. Ona bir tepeyi gösterirler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer.”

Derviş, “Ölümün nesi geçecek” diye düşünür ve gider.

Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner, ama ortada mezar filan yoktur. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi süpürüp savurmuş, Şakir’den geriye hiçbir iz kalmamıştır.

***

O yıllarda ülkenin sultanı, kendisi için çok farklı bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük olmalıdır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazelemeli, mutlu olduğunda ise kendisini tembelliğe kaptırmasına izin vermemelidir.

Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Bir gün sultanın adamları bu bilge dervişi bulur, yardımını isterler. Sultan yüzük işine takmıştır.

Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.

Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz, çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Derken üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır. Yüzüğün üzerinde “Bu da geçer” yazmaktadır.